"Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı, son günlerde sıkça tartışılan islamcı ajanlar ve Zaman Gazetesi'ne yapılmak istenen komployla ilgili çarpıcı bir yazı kaleme aldı. "
Yazısının
ilk bölümünde Ali Bulaç'ın yaşadığı bir olay üzerinden gündeme gelen
'İslamcı Ajanlara' yer veren Ekrem Dumanlı, aynı isimlerin AK Parti'yi
derin bir uçurumun içine attığını ifade etti. Dumanlı yazısının ikinci
bölümünde başlatılan cadı avıyla Zaman Gazetesi'ne nasıl bir komplo
kurulmak istediği tek tek anlattı.
Dumanlı,‘Havuz' cenahından bir dost bana bir gün dedi ki: “Haberin olsun Zaman'ın içini boşaltacaklar.”Şaşkınlıkla karşıladım. “Nasıl yani?” Adam devam etti: “Yazarlarınızı, editörlerinizi, hatta muhabirlerinizi oradan ayrılmaya zorlayacaklar.” Ben
çok ihtimal vermedim. Hatta kuşkuyla baktım. Çünkü Zaman'ı bitirmek
için zaten düğmeye basılmış, gazete seçim meydanlarından hedef
gösterilmiş, aboneler üzerinde terör estirilmiş, reklam verenlere
tehditler savrulmuştu. Bunca haksızlık/hukuksuzluk irtikâp edildikten
sonra gazete kadrosu ile niçin uğraşılsın ki diye düşünüyordum"
ifadelerini kullandı.
İşte Ekrem Dumanlı'nın dikkat çeken o yazısı:
Ali
Bulaç, gençlik yıllarına dair bir hatırayı nakledince kıyametler koptu.
Neydi o hatıra? Üniversitede okurken Bulaç gözaltına alınır ve
sorgulanır. İyi polis kötü polis rolüne soyunan sorgucular nihayet
ağızlarındaki baklayı çıkarır ve “ajanlık” teklifinde bulunur. “Okuldaki nurcular hakkında bilgi getirmesi” istenir.
Ali Bey teklifi reddeder ancak bilahare öğrenir ki kendisi gibi bazı “İslamcılar”a
da benzer baskı yapılmış ve o şahıslar da bunu kabul etmiş. İstihbarat
servisine devşirilen kişilere dair başka çarpıcı örnekler de veriyor.
Yazısından anlaşılıyor ki Bulaç'ın hedefi, topyekûn İslamcılar değil. O,
yaygın tehlikeye dikkat çekiyor ve bugün yaşanan olaylar ile 'derin
devlet' ve onlar hesabına çalışan 'İslamcılar'a dikkat çekiyor. Ali
Bulaç'la çok eski yıllardan beri dava arkadaşlığı yapan ve iki dönemdir
HDP milletvekilliği görevini üstlenen Altan Tan “İslamcı yazarların ve Kürt siyasetinde yer alanların yarısı devletin adamıdır” şeklindeki çarpıcı ifadeleriyle tartışmaya yeni bir derinlik kattı.
Tartışılması gereken bir konu. Soğukkanlılıkla, vicdanla, izanla düşünülmesi gereken böyle bir mevzu karşısında kimi “Siyasal İslamcılar” Ali
Bulaç'a hakaret etmeyi tercih etti; hatta külhanbey bir ağızla
tehditler savurdular. Bazılarının öfkesi, suçüstü yakalanmanın telaşını
andırıyor...
AK PARTİ'Yİ KENDİ TABANINDAN KOPARDILAR
Paniğe
gerek yok. Söylenen sözler, öteden beri İslamcı camiada konuşulan,
tartışılan; hatta bilinen mevzular. Bazı kişilerin İslamcı görüntüsüne
rağmen derin devletle bağının varlığı hep söylendi; ancak uzun yıllar
geri planda bekleşen o kitle, son yıllarda AK Parti hükümetinin vitrini
haline geldi. Bu dar oligarşik kadro, AK Parti'yi hem kendi tabanından
kopardı; hem de partinin anahtarını “derin devlet”e teslim etti. Samimi
İslamcılar bu vahim durumdan bîzar. Geçenlerde bir AK Parti
milletvekili muhabirimize Meclis'te soruyor: “Son süreçte kazanan kim?” Parti mi, sivil toplum mu? Cevabı kendisi veriyor: “Tek kazanan var: Derin devlet, Ergenekon...”
Durduk
yerde ortaya çıkmıyor kuşkular. Bazı somut bilgiler ve gelişmeler
doğrultusunda cevap aranıyor. Dilerseniz birkaçını burada sıralayalım:
28 Şubat'ta Batı Çalışma Grubu'nun direktifleri doğrultusunda resmî
çalışmalar yapan raporlar yazan, eylem planlarını uygulayan kişi(ler)
şimdi nasıl oluyor da Bakanlık makamında oturup cemaat avcılığı yapıyor
ve tam bir derin yapı ağzıyla insanlara hakaretler savurabiliyor? 28
Şubat'taki görevleri halen devam mı ediyor? 28 Şubat'ta Çevik Bir'in
posta memuru gibi çalışan, Tayyip Erdoğan'a selam getirip “Paşam dedi ki
bu Erbakan'ı yıksa yıksa bu Tayyip yıkar” diyen ve halen bakanlık
makamını işgal eden kişi(ler), onca zaman içinde postacılığa devam etmiş
midir? Başı kapalı anneler bile çocuklarının mezuniyet töreni için
kışlaya sokulmazken, muhafazakâr gazeteciler askeri tesislerin
kıyısından köşesinden bile geçirilmezken şu an AK Parti'nin önünde
yürüyen bazı kişiler nasıl oluyor da o dönemde generallere akıl hocalığı
yapabiliyor, baş tacı ediliyordu? AK Parti ile hiçbir zaman fikri
teması olmadığı halde ve üstelik bir başka parti liderinin kurşun askeri
olarak bilinmesine rağmen bir adam omuzlara basa basa nasıl
yükselebiliyor ve bu dönemin McCarthy'si haline gelebiliyor?
Daha
saymama gerek yok sanırım. Acı gerçek şu ki İslamcılık kisvesiyle
iktidar merkezine sızmış; ya da o partide çalışırken devşirilmiş bazı
kişiler bugün AK Parti'yi derin bir uçurumun içine atmış bulunuyor.
Ergenekon dayanışmasının, Perinçek sevdasının, Balyoz seviciliğinin vs.
altında derin ilişkiler yatmaktadır. AK Parti'ye gönül vermiş idealist
tabanın anlam veremediği çelişkinin birçok nedeni var; bunlardan biri de
“İslamcı ajanlar”dır.
KİMDİR BUNLAR?
Bugün
isim isim zikretmek ve bunları belgeye dayandırmak zor; ancak bir gün
Seferberlik Tetkik Kurulu belgeleri fâş olursa ve Özel Harp Dairesi'nin
yeşil bereli üyeleri gün yüzüne çıkarsa şaşkınlık içinde bazı isimleri
göreceğimizden kuşku duyulmamalı. Mevzuu huşunete boğmaya gerek yok. Bir
kere bilmek gerekiyor ki bütün bir kitle ajanlıkla suçlanmıyor.
İkincisi, ajanların İslamcılığa verdiği zararı 'İslam düşmanları' bile
vermiyor; veremiyor... Kaldı ki ortada bir de 'başka devletlere çalışan
ajanlar' sorunu bulunmaktadır...
Gelin
işin makul bir çerçevesini çizelim: Devletin istihbaratı bütün siyasi
eğilimlere, sosyal hareketlere sızmak ister; belli bir oranda da sızar.
Sağda, solda, laikçilikte, antilaikçilikte, ajanların rolü hep olageldi.
Bunu bir paranoyaya dönüştürmemek ve her şeyi bu tür komplo
senaryolarına teslim etmemek gerekiyor. Yalnız, meydanı sayıları az ama
çok etkin 'ajanlar'a bırakmanın da bir vebali var. Bir davaya,
düşünceye, ideale samimi bir şekilde inanan kişilere düşen vazife, o
usta sızmaların dümene geçmesini önlemektir. Her kim davaları
yörüngesinden çıkarmış, kitleleri birbirine kırdırmış, masum insanları
casuslukla suçlamış, kumpas senaryoları ile partilerini derin yapıların
kumpasına teslim etmiş ise, bilin ki o şahıslar ezelden beri
vazifelidir; bunu fark etmek de feraset ehlinin sorumluluğundadır.
Geniş
kitlelerin günahını almaya, İslamcıların tamamını itham altında tutmaya
hiç kimsenin hakkı yok; ancak tâ baştan beri güdümlü bir şekilde içeri
sızmış ve zamanı geldiğinde insanları birbirine kırdıran kişilere teslim
olmanın da bir mantığı olmasa gerek.
ZAMAN'I BİTİRİN TALİMATI
Madem Ali Bulaç kumpasın bir parçasını ifşa etti, müsaadenizle kalan kısmı tamamlayalım. Ali Bey'e “Gazeteden ayrıl, oradan ne alıyorsan iki-üç katını verelim”
dediler ve namuslu bir entelektüel duruşu karşısında üstü kapalı tehdit
savurup gittiler. Yalnız o teklif sadece Ali Bey'e yapılmamıştı.
Haydi baştan anlatayım: ‘Havuz' cenahından bir dost bana bir gün dedi ki: “Haberin olsun Zaman'ın içini boşaltacaklar.” Şaşkınlıkla karşıladım. “Nasıl yani?” Adam devam etti: “Yazarlarınızı, editörlerinizi, hatta muhabirlerinizi oradan ayrılmaya zorlayacaklar.” Ben
çok ihtimal vermedim. Hatta kuşkuyla baktım. Çünkü Zaman'ı bitirmek
için zaten düğmeye basılmış, gazete seçim meydanlarından hedef
gösterilmiş, aboneler üzerinde terör estirilmiş, reklam verenlere
tehditler savrulmuştu. Bunca haksızlık/hukuksuzluk irtikâp edildikten
sonra gazete kadrosu ile niçin uğraşılsın ki diye düşünüyordum.
Yanılmışım. O günlerde “Bu gazetede yazan adam kalmayacak” nevinden yazılar kaleme alınmaya başlandı. Hatta devşirme bir yandaş, canlı yayında üst perdeden kehanetlerde bulundu ve “Zaman'dan kaçış”
olacağını söyledi. Dedikodu artınca bazı yazarlarımızla buluştuk.
Yandaş'tan aldığım haberi söyleyince bir yazarımız şöyle dedi: “İyi oldu bu konuyu açtığın. Ben de yanlış anlaşılma olmadan bunu nasıl söylerim diye düşünüyordum.”
Meğer siyasetin en zirvesi telefonla aramış. İltifatların ardından bir
yetkilinin kendisini ziyaret edeceğini söylemiş. Ve o yetkili gelince “Zaman'ı bırak; istediğin gazetede (Havuz'u söylüyor) ya da TV'de çalış” demiş.
Allah var; o yazarımız da yiğit çıktı; önce “Bana bir iki ay müsaade”
deyip zaman kazandı; ardından da kibarca reddetti o ahlaksız teklifi…
Yazarlarımız,
editörlerimiz, muhabirlerimiz tekliflerle, tehditlerle karşılaştı.
Bir-iki fire verdik; ancak -tıpkı okur gibi- yazarlar da dimdik durdu.
Ne ilginç bir denk gelmedir ki tam bu süreç yaşanırken dönemin başbakanı
Erdoğan, kendisine soru soran başörtülü bir muhabirimize canlı yayında
“Sen oradan ayrıl.” diyebildi. Tesadüf müydü?
Şimdilik
bu kadar naklediyoruz. İlerleyen zamanlarda Zaman'ı bitirme planının
nasıl işletildiğini, okurun ürkütülmesinden reklam verenin
korkutulmasına kadar nasıl tazyik altında bırakıldığımızı geniş geniş
anlatacak herkes. Ve eminim birilerinin yüzü kızarırken Zaman'ın ruhunu
kavrayan büyük çoğunluğun göğsü kabaracak…
Ajancılık oynarken
İstihbarat
konusu açılmışken tehlikeli bir durumdan da bahsetmek gerekiyor.
Almanya'da yargılanan ve Erdoğan'ın danışmanlığını yapmış olan Taha
Gergerlioğlu'nun iddianamesi korkunç detaylar içeriyor. “Cemaat”e iftira
atmaktan Almanya'daki Türkleri fişlemeye kadar ürpertici ithamlar var.
Fransa'daki feci cinayetle ilgili de çok ağır suçlamalar yapılıyor ve
mahkeme faturayı MİT'e kesiyor. Sakine Cansız ve yanındaki iki kişinin
Paris'te öldürülmesi ile ilgili tutuklanan Ömer Güney'in MİT
yöneticileriyle cinayeti planlama konuşması ortaya çıkmış, PKK'lı
yetkililer MİT'çilerin sesini tanıdıklarını ifade etmişti. Ortaya çıkan
şifreli belge de işin cabası...
Üzülerek
söylemem gerekiyor ki MİT ile ilgili kuşkular artıyor ve dosya
kabarıyor. Yurtdışındaki (başta Suriye olmak üzere) faaliyetlerinde
acemice işlere soyunup açık veren teşkilat, yurtiçinde de bir kişinin,
bir partinin, bir siyasi ekolün özel istihbaratı gibi davranarak devlet
kurumu statüsünü ve inandırıcılığını kaybediyor.
Fişlemeyle
başlayan, itirafçı üretmeyle devam eden, bilgi belge oluşturmaya,
kumpas kurmaya kadar pek çok konuda kuşku duyulan bir kurum haline geldi
MİT. İddialar doğruysa siyasi konjonktür değiştiğinde, hukuk raftan
indiğinde MİT'i çok zor günler bekliyor.
Medyadaki ayağı da öyle. Siyasal İslamcılar arasında “ajan”
var mı tartışması eski İslamcılar için rencide edici bir mahiyet
taşıyor. O yüzden telaşla bağırıp çağıranlar var. Bir de yeni yetme
yandaşlara bakın; onlar “ajan” olmayı övünülecek bir
şey sanıyor. Acınası bir durum. Bilmiyorlar ki hem gazeteci hem
istihbaratçı olunamaz; olunsa bile ajanlık esastır gazetecilik maskedir
onlar için ve o adam(lar)a gazeteci denemez.
Şimdi
de bu türedi; gazetecilere bazı görüntüler veriliyor, bilgiler
sızdırılıyor onlar da şehvetle konunun üzerine atlayıp yazıyor,
konuşuyor. Bir gün hem onlara hem o servisi yapan insanlara şu sorular
sorulmayacak mı: Siz bu bilgi ve görüntüleri kimden ve nasıl elde
ettiniz? İnsanların şahsi hatalarını servis etmeden önce o kişilere
şantaj yaptınız mı? Şantajınıza boyun eğen ve kumpasınızın maşası olan
çıktı mı? “Ben bu iftirada yokum” deyip kamuoyu huzurunda rezil edilmeyi
göze alanları linç etmek ve bir kişinin hatası üzerinden masum
kitleleri suçlu göstermek için elemanlaştırılmış gazetecileri kullanmak
suç değil mi?
İstihbarat
servisleri ciddi devlet kurumlarıdır. Görevleri de eylemleri de
önemlidir ve hukuki olmak zorundadır. Siz böylesi kurumları siyasi bir
partinin emrine amade eder, haysiyet cellatlığına soyunur, bunu da
çapsız, küçük, dar ufuklu elemanlar vasıtasıyla yaparsanız ajancılık
oynamış olursunuz. Bu tehlikeli oyunun sonu hiç de iç açıcı görünmüyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder